KUMKAPI

Eminönü İlçe sınırları içerisinde yer alan Kumkapı semti İstanbul’un Marmara Denizi kıyılarındaki semtlerindendir. Doğusunda Kadırga, kuzeyinde Gedikpaşa, batısında da Yenikapı bulunur. Güneyini ise sahil yolu (Kennedy Caddesi), demiryolu ve Marmara Denizi kuşatmıştır.

*Kumkapı İsmi

Kumkapı isminin bölgeye, kum taşıyan küçük gemilerin yüklerini boşalttıkları iskele olması nedeni ile verilmiş olabileceği gibi, Samatya’nın iskele kısmını kapsaması ve Samatya’nın Bizans’taki isminin kum anlamına gelmesi, bu iskelenin bulunduğu bölgenin muhtemelen kumsal olması nedeni ile de verilmiş olma ihtimali vardır.*

*Sur ve Kapının Mecazi Anlamı Üzerine

Kumkapı, bir sur kapısı olduğundan sembolik çağrışımları da bu konumu ile ilişkilidir. Bizans’ın pagan geçmişinde surların kaos ile kozmosu birbirinden ayıran, yer altı güçlerinin istilasından koruyan bir konumu olduğu düşünülebilir. Ünlü dinler tarihi uzmanı Mircae Eliade surların pagan dünyada ne tür dini anlamlar içerdiği ile ilgili olarak şunları söylüyor “Çit, yalnızca sınırları içindeki Kratofani ya da hiyerofaniye işaret etmez. (Aynı zamanda) kutsal olmayan mekanlarla kutsal mekanların arasına konulan sınırların ayırıcı işlevleriyle açıklanabilir. Şehirleri çevreleyen sınırlar için de aynı durum geçerlidir. Bu surlar askeri amaçlarla kurulmalarının yanında büyüsel bir savunma aracıdırlar; demonlarla (şeytansı varlıklarla) ve hayaletlerle dolu ‘kaos’ halindeki mekanın ortasında çevreledikleri yer, bir sığınak, düzenli bir mekan, yani bir tür ‘merkez’dir”.
Surların yapı malzemesi olan taş ise; sabitliği, hareketsizliği simgeler ki bu artık değişimlerin düzensizliğinden kurtulup kararlı bir duruma yani kaostan kozmosa geçişi simgeler. Buna karşılık denizin de dahil olduğu surlar ise değişimi, kaotik düzensizliği, biçimsizliği pasif ve alıcı olmayı simgelerdi. Nasıl Bizantyonlular için surlar, çağrışımlarla yüklü ve kutsanarak bir merkez haline getirilmiş kentin dış dünyadan ve düzensizlikten kurtuluşunu simgeliyordu ise, denizler de korku dolu bir mekanlardı. Bu anlamda liman bir sığınak, düzenin ve kozmik güvenliğin olduğu yerdi.
Kapı ise pagan dünyada hem belirsizlikleri hem de ayrımları içeren bir semboller bütününe sahipti. Hem sınır, hem de giriş çıkış nedeni ile ihlal anlamına geliyordu. Ama her halükarda kapı kutsal olanla olmayanı birbirinden ayıran bir eşikti.
Fransız Filozof Jacques Derrida (Jak Derrida) kapı için “karar verilemezler” diyerek üç anlam öbeği belirler “Derrida bu kategoriye pharmakon (farmakon), hymen (himen) ve supplement’i (süplemen) dahil eder. Fransızca’da ‘supplement’ hem eksik olan bir şeyi tamamlamak, hem de ilave etmek anlamını taşır. Yunanca olan ‘pharmakon’ hem deva, hem zehir anlamındadır. Yine Yunanca’dan gelen ‘hymen’ hem evlenme, hem de kızlık zarı demektir, bu yüzden hem bekareti-içeri ile dışın farklılığını-hem de ben ile ötekinin birleşmesini ifade eder. Kapı da hem hudutları korur, hem de ihlal eder, ‘iç’ ile ‘dış’, ‘düzen’ ile ‘kaos’, ‘özel’ ile ‘kamusal’ arasında bir yer işgal eder.”*

Kumkapı Tarihi


*** Ermeni Patrikhanesi **** ilgili yere konulacak



Kumkapı, tarihte de İstanbul’un Marmara surları bölgesindeki sur kapılarından beşincisinin olduğu mahalleydi.
Konstantinopolis’in Marmara’daki deniz surlarının olduğu bölüm, bugünkü Topkapı’dan (Bizans’taki ismiyle Aya Barbara Kapısı) başlayıp Theodosius’un yaptırdığı kara surlarının güneydeki bitişik kapısına kadar (ki Yedikule’nin yani Bizans dönemindeki ismiyle Porta Aurea’nın güneyine kadarki alan) uzanan bir bölgeyi kapsıyordu. Bir anlamda bu surlar İstanbul’un Marmara kıyılarını adeta bir kuşak gibi çepeçevre sarıyordu. Marmara surlarının uzunluğu 8.5 km kadardı (Yenikapı’da ayrıca 1.1 km kadar da bir iç liman suru bulunuyordu). Duvarlarının yüksekliği ise 12-15 m arasında değişiyordu. Bu surlarda yer alan 188 burcun yanında 20’si önemli 16’sı ise büyük önem taşıyan ana kapı olmak üzere 36 kapı bulunuyordu.
Marmara surlarının ilk kısmı “Bizantion Surları” denilen ve Bizas tarafından yaptırılan kıyıya da yakın bulunan, yığma taştan bir set olarak inşa edilen surlardı. Bu set o dönemde Kuzeydeki Akropolis İskelesinden başlıyordu. Daha sonra yapılan daha sonra bu surların zamanla harap olması ile şehrin kurucusu I. Konstantinus tarafından ikinci kez daha yukarı bir bölgeye yaptırılan kara surları diğerinden daha uzundu. II. Theodosius tarafından yaptırılan surlar şehrin dış mahallelerini de içeriye alacak biçimde genişletilen ve Samatya’nın doğusuna düşen deniz surları ile birleştirildi. Büyük bir depremle yıkılınca, Antemius haleflerinden Cyrus Constantin bu surları üç ay gibi kısa bir zamanda yeniden inşa ettiği gibi ilave bir sur daha yaptırmış ve böylece Marmara surları tamamlanmıştı.
Osmanlı döneminde de surlar tahkim edilmiş, takviyeler ve yeni eklemeler yapılmıştır. İstanbul’un alınmasından sonra Türklerin pek rağbet göstermediği şehrin bu kısmına yani Marmara kıyısındaki bölgelere Rumlar ve Ermeniler yerleşmişlerdi. Fatih’in İstanbul’u aldıktan sonra izlediği Doğu Roma’nın mirasçısı olmak ve bu anlamda İstanbul’u bir İmparatorluk başkenti yapmak politikasının bir gereği olarak ilk Ermeni yerleşimi, Fatih’in yakından tanıdığı Ermeni Piskopos Ovakim’in Anadolu’dan beraberinde getirdiği büyük Ermeni aileleri ile birlikte Samatya oldu. Eremya Çelebi Kömürciyan’ın iddiasına göre Fatih’in Rumlardan alıp verdiği ama gerçekte Bizans döneminde boşaltılmış olan Sulu Manastır Kilisesi (Kilisenin altında ünlü Balıklı Ayazması bulunduğu için bu adla anılmıştı ve Osmanlı döneminde Samatya’nın yanında bu isim kullanılırdı) Ermeni patrikliğinin merkezi oldu. 17. yy’a kadar İstanbul’daki en önemli ve merkezî Ermeni yerleşimi olan Samatya 17.yy ortalarında Patrikhane Kumkapı’ya taşınınca merkezi yerleşim olma özelliğini ikinci önemli Ermeni yerleşimi olan Kumkapı’ya kaptırdı.
Kumkapı Bizans döneminde “küçükiskele” anlamına gelen “Kontoskalion” adını taşıyordu. Bu ad İstanbul’un Osmanlı egemenliğine geçmesinden sonra da Rum ahali arasında bir süre kullanılmıştır. Kumkapı’nın olduğu bölge Bizans döneminde İstanbul’un birinci tepesi olan Hipodrom ve Ayasofya’nın olduğu bugünkü Sultanahmet sırtlarından Tekfur Sarayı, Ahırkapı ve Kumkapı’dan, Kadırga ve Çatladıkapı’ya kadar olan kısmı içine alan, şehrin idari bölümlenmesi olarak “üçüncü bölge” olarak anılan yerleşim alanıydı.
Doğu Roma İmparatorluğu’nda (Bizans) kara içine sokulmuş bulunan ve önde bir mendirekle ile muhafaza altına alınan Kontoskalion Limanı 1263 yılında İmparator Mihael Palegelos tarafından yaptırılmış olan tersane duvarı ile koruma altına alınmıştı. Bu duvarın temel kısmı 1819’da bir yangında ortaya çıkmış, eski liman zamanla dolmuş ve yerini, kente kum getiren gemilerin yanaştığı iskelelere bırakmıştır.
Kum Kapısı, Yedikule’den doğuya ilerlendiğinde Bizans’ın Marmara Kıyısındaki sur kapılarından sırasıyla Narlı Kapı, Samatya Kapısı, Davutpaşa Kapısı ve Yenikapı’dan sonra geliyordu. Bu sur kapılarından batıda olanları ise Çatladısu Kapısı(Çatladıkapı) ile Ahırkapı’ydı. Bizans döneminde semt homojen bir demografik görünüm sergiliyordu ve bu semtte ağırlıklı olarak Rum ahali yaşıyordu.
İstanbul’un Bizans’tan Osmanlı’ya geçmesi ile birlikte bu görünüm değişmeye başlamıştır. Fatih Sultan Mehmed semtin asıl yerli etnik grubunu oluşturan Rumlara karşı bir denge unsuru oluşturmak için bu semte ağırlıklı olarak Anadolu’nun çeşitli bölgelerinden kente getirttiği Ermenileri yerleştirmişti. Bu yerleşimden sonra Kumkapı kısa bir süre içinde yakınında bulunan Samatya’dan sonra İstanbul’un en çok Ermeni nüfusu içeren yerleşim merkezi oldu.

Semtin Gelişimi

Kumkapı, tarihi boyunca İstanbul’un bir çok semtinde yaşanan yangınlar ile büyük zararlar görmüştür. Bu durum özellikle 19.yy’da çıkarılan Ebniye Nizamnamesi’nin de etkisiyle konut mimarisini etkilemiştir. Daha önceleri ahşap konutlardan oluşan semtin sivil mimarisi, yerini Kagir (taş) yapılara bırakmıştır. Bu değişim süreci, sokak yapısını da etkilemiş ve bu süreçte oluşan, birbirini dik kesen belirli genişlikteki sokaklar, sokak aralarında bulunan ve zaman içinde kagirleşen yapı adaları ile de bugüne kadar gelmiştir.
Cumhuriyet sonrası dar yerleşim düzeni nedeni ile tek katlı evler yerlerini yavaş yavaş iki, üç hatta dört katlı, çıkmalı, genellikle küçük bir arka bahçesi bulunan yahut taşlıklı kagir yapılar ve bunların sıralandığı evlere bırakmıştır. Günümüzde ise bu yapılar yerlerini betonarme apartmanlara bırakmıştır. Ayrıca semtte nüfus yoğunluğunu 1950-60’lara kadar gayr-ı Müslimlerin oluşturması bu semtteki yapılarda dönemin hayli yoğun süslemeli cepheler, balkon korkuluğu ve benzeri mimari ögeler ile kendini yansıtmıştır. Bu tür yapıların en çok bulunduğu sokak ise Tavaşi Çeşmesi’dir, bu sokakta yapım tarihleri 1890’lara çıkan sıralı evler, dönemin süslemeye ağırlık veren konut mimarisini en iyi biçimde yansıtır.
Semte ulaşım 19. yüzyıla kadar karadan daha çok denizden kayıklarla sağlanıyordu. 19. yüzyılın ikinci yarısından itibaren demiryolunun buradan geçmesi ve bu şekilde kurulan kara bağlantısının sağlanmış olması ise, semtin demografik yapısının olduğu kadar, görünümünün de değişiminde önemli bir rol oynamıştır.
Semt sakinlerinin ana ekonomik gelir kaynağı kayıkçılık ve balıkçılık olmuş, bu da semte bugün bile damgasını vuran meyhanelerin oluşmasını sağlamıştır.

Kumkapı’da Eserler

*Sofia Limanı

Bugünkü Kumkapı’nın olduğu yerde bulunan ve Osmanlı döneminde de varlığını ve önemini muhafaza eden eski liman, Bizans İmparatorlarından İulianus döneminde yapılmıştı ve uzun süre onun adı ile anılmıştır. Tarih boyunca; “Kontoskalion” yahut “Konstekelion”, Osmanlı döneminde ise “Kadırga Limanı” olarak kaynaklarda adı geçen liman bu limandır.
Bizans İstanbulunun nüfus artışı nedeni ve buna bağlı olarak şehrin ticaret haciminin de büyümesinin bir sonucu olarak şehrin Haliç civarında kurulmuş bulunan ilk liman, “Neorion Limanı”nın yetmemesi üzerine İmparator İulianus döneminde, kentin Marmara Denizi’ne bakan körfezinde yapılmıştı. Limanın yeri ise Hormisdas Sarayı’nın yanında bulunan daha eski bir iskeleye göre seçilmişti. Bizans dönemindeki idari bölgeleme sistemine göre “üçüncü bölge”de yer alan liman, bazı Bizans kaynaklarında “portus novus” (yeni liman) olarak, başka kaynaklarda ise “megistos limén” ( en büyük liman ) olarak geçiyordu.
İlk liman olan Neorion’daki mimari stilin uygulaması olarak burada da limanın kara bölümünde, kimi kaynaklarda “Sigma” olarak geçen yarım daire planlı, üzeri tonoz örtülü olan büyük sütunlu bir galerinin olduğu bazı kaynaklarda zikredilmektedir. I Antonius döneminde ise dolma nedeni ile sığlaşmış olan liman kepçeler ile temizlenerek derinleştirilmiş ve büyük bir mendirek ilave edilerek korunaklı hale getirilmiş, limanı süsleyen İulianus heykelinin düşerek yıkılması üzerine, yerine büyükçe bir haç dikilmişti.
Bu liman daha sonraları II. İulianus ve karısı Sofia’nın, 570’lerin ikinci yarısında itibaren başladıkları yoğun restorasyondan dolayı “Sofia Limanı” olarak anılmaya başlandı. Liman o dönemde sadece bugünkü Kumkapı’yı değil doğuya doğru Küçük Ayasofya’yı da içine alan bir kıyı şeridince uzanıyordu. Onların döneminde bir anlamda yeniden biçimlenen liman, İmparatoriçe Sofia’nın ve İmparator II. İulianus’un ve Bizans’ın diğer önemli kişilerinin heykelleriyle süslenerek onların damgasını taşıyordu. İmparatoriçe buranın yakınına bir saray da yaptırmış ve İmparatorun ölümünden sonrada burada kalmıştı, bu saray ondan sonra Halef Tiberıus’un dul eşi Anastasya’yı da konuk etmişti.
Liman, İmparator VI. Leon zamanında ve son olarak da VIII. Mihael ve II. Andronikos Paleologos dönemlerinde tamir gördü.
Sofia Limanı imparatorluğun sonuna dek imparatorluk donanmasının ana üssü olmuştur. Geç dönem olarak adlandırılan 9.yy’da ise liman, hem asıl işlevi ile hem de askeri malzeme deposu olarak kullanılmıştır.
İstanbul’un Osmanlı tarafından alınmasından sonra Sofia Limanı son dönemde gördüğü işlevi devam ettirdi. Osmanlı döneminde bu limana “Kadırga Limanı” deniliyordu. 1513’te Osmanlı’nın Haliçteki Tersane-i Amire’yi yaptırmasından yani, donanmanın merkez üssünün buraya nakledilmesinden sonra liman da terkedilerek bırakıldı. Buraya bir saray yaptıran Osmanlı Sadrazamı Sokollu Mehmet Paşa artık iyice sığlaşan ve bundan dolayı da kötü kokular saçan limandan rahatsız olunca, liman onun emri ile tamamen dolduruldu.*

Surp Asvadzadzin (Meryem Ana Kilisesi)

Kumkapı’da Şarapnel Sokağı’ndadır. “Patrikhane Kilisesi” yahut “Patriklik Katedrali” olarak da bilinir. İstanbul’un fethinden sonra şehre getirilen Ermeni toplumuna verilen birkaç eski kiliseden birisidir. Yapım tarihi net olarak bilinmemektedir. Bu kiliseye Patrikhane Kilisesi adının verilmesinin bir nedeni de daha önce Samatya’da bulunan Patrikhane’nin Kumkapı’da bu kiliseye taşınmasıdır.
Mayıs 1645’de çıkan büyük bir yangında harap olup, kullanılmaz hale gelen kilise, Divrikli Rahip Boğos’un ve bölgedeki kadınların çabaları ile tekrar inşa edilmiştir.
Ermenilerin burada kurduğu basımevi ise, ağırlıkla dini kitaplar basarak burasının bir Ermeni kültür merkezi olmasını sağlamıştır.
1718 senesinde yaşanan yangınlar sonucu harap hale gelen kilise (yangında patriklik binası da hasar görmüştü) bu kez Kudüs Patriği ve İstanbul Patriği’nin ortak çabası ile onarılmış, saray mimarlarından Melidion Arabaoğlu ve Sarkis Kalfa yönetiminde yürütülen çalışmalar ile yetmiş gün gibi çok kısa bir zamanda tamamlanıp 1719’da ibadete açılması sağlanmıştır.
Kilisenin takdis töreni esnasında merkezi kilise, Meryem Ana’nın göğe alınışının anısına “Surp Asdvadzadzin” adını aldı, yanda bulunan kiliseler ise kuzeydeki “Surp Sarkis” (halk arasında dış kilise olarak bilinirdi), güneydeki ise “Surp Hagop” diye adlandırılıyordu.
1762 yılında çıkan büyük bir yangında önemli ölçüde hasar gören Kilise, bu kez Koca Ragıp Paşa ile Patrik II. Hagop’un ortak çabaları ile onarılır. Bu tarihe dek kilise avlusunda bulunan Kudüs Patriklik Vekalethanesi de bu yangında harap olacak denli hasar görünce, bu kez bugünkü patrikhane binasının yanında yeni bir bina inşa edildi, bu bina bugün polis lojmanı olarak kullanılmaktadır.
Bütün bu muhtemel yangın hasarlarına karşı bir önlem olarak Patrik II. Hagop ana kilisenin kuzeyinde yer alan Surp Sarkis Kilisesi içinde Surp Nigoğayos sunağını ve yangın duvarını inşa ettirmiştir. Ancak bu duvar 1767’de fazla yüksek bulunarak yıktırılır, duvar yıkılınca bu kez önlem olarak kiliseye bir su havuzu yaptırılıp bununla bağlantılı olarak bir tulumbacı grubu (bugünün karşılığı ile bir İtfaiye bölüğü) kurulur.
Kilise bir süre yangınlardan uzak kalırsa da onarım süreçleri bitmez. 1819’da kilise büyük bir onarım geçirir, bir yıl süren bu onarımın ardından da takdis töreni ile açılır. Takdis sırasında kuzeydeki kilise “Surp Khaç”, güneydeki ise Vortvots Vorodman (Gök Gürlemesinin Oğulları) diye adlandırılır. Bugün bunlardan “Surp Khaç Kazaz Artin Amira” adı ile yemek ve tören salonu olarak kullanılıyor, buna karşılık Vortvots Vorodman ise boş tutulmakta ve kullanılmamaktadır.
Bu onarımdan altı yıl sonra kilisenin yangınlarla damgalanmış tarihi bir kez daha tekerrür eder ve bu kez de bütün bir bölgeyi saran 1826 Hocapaşa yangını nedeniyle kilise harap olur. Bu kez Padişah II. Mahmud’un danışmanı ve yakın dostu olan Harutyun Amira Bezciyan’ın sayesinde 1828 tarihinde onarımı tamamlanır.
Bir kompleks olarak tasarlanan yapıya bu onarım esnasında üç büyük, üç küçük kilise ve şapellerin yanında, fakir çocuklar için dershane, ilahi öğrenimi görenler için iki sınıf, yangına karşı havuz ve tulumbacılar için de bir oda yapılmıştır (Bugün havuz ve tulumbacı odası mevcut değildir. Bu binaların yerinde Eknayan ve Tavşanciyan kardeşler tarafından inşa edilen okul binası bulunuyor).
Bu yapımlar esnasında halkın isteği üzerine Surp Harutyun Şapeli’nin bodrumuna Ortodoksların ortak olarak kutsal kabul ettiği azizlerden Teodoros adına bir de ayazma yapılır. Patrikhane ve Kudüs Vekalethanesi de tekrar inşa edilir.
Bu tarihten sonra kilise 1847’de bir onarım daha geçirir ve bu onarım esnasında da katedralin olduğu kısmın ana girişine saatli bir çan kulesi eklenir. Kilise bu onarımdan sonra biri 1902’de diğeri de 1985’te iki önemli onarım daha geçirerek günümüze gelmiştir.
Surp Asdvadzadzin Kilisesi doğu-batı yönüne yerleştirilmiş tipik bir bazilikadır. Bir tonozla örtülü basit bir kilise olan Surp Harutyun Şapeli de bazilik planda yapılmıştır. Kuzey batı köşesinde Harutyun Amira Bezciyan’ın lahit-mezarı ve bronz büstü yer alır. Mezarın hemen yanından inen merdivenlerle Surp Teodoros Ayazaması’na inilir.

Panayia Elpida Kilisesi

Eminönü İlçesi’nde, Kumkapı’da, doğuda Müsteşar Sokağı, batıda Gerdanlık Sokağı, kuzeyde Samsa Sokağı arasında yer alır. Yüksek duvarlar ile çevrili bir avlunun ortasında yer alan kilise binasının güneydoğusunda bir zamanlar yapının altında altta bir kaç basamak ile inilen “Ayios Yeoryios Ayazması” bulunuyordu.
Kilisenin yapım tarihinin Bizans dönemine dek uzandığı 15. yy başlarında “Elpis ton Apelpismenon” olarak adlandırılan yapı olduğu ve burada kilisenin ikinci yapımı döneminde ele geçen çeşitli kalıntı ve sütun başlıkları bulunduğu çeşitli kaynaklarda yer almıştır. Kilisenin eskiliğine dair tanıklıklar da mevcuttur. 18 Mart 1576 tarihinde bizzat Rum patriğinin yönettiği ayine katılan Alman seyyah, teolog ve araştırmacı Gerlach burada katıldığı ayinden ve ayin esnasında gözüne çarpan ikonalardan söz eder. Kilise 1583’teki ve 1604’teki kilise kayıtlarını tutan Ortodoks belgelerinde yer alır.
Kilisenin 1645’te yandığı belirtilmişse de, Antakya patriğinin katibi Paulus’un 10 Kasım 1652’de ayine katıldığı çeşitli kaynaklarda zikredildiğinden bu bilgi doğru değildir.
Yapının yanma tarihine ilişkin farklı bilgiler vardır, bir kaynakta bu tarih 1655 olarak belirtilmiştir. İstanbul’un Bizans dönemi yerleşmeleri konusunda uzman olan İngiliz arkeolog Janin bu tarihi 1660 olarak gösterir ve kilisenin 1680 tarihinde yeniden inşa edildiğini belirtir. Kilise, ünlü Fransız gezgin ve gravür sanatçısı Kauffer’in 1776 tarihli haritasında “Panaia tis Elpidos” adı ile gösterilmiştir. 19.yy’da ise ünlü tarihçi Hammer’in kitabında “Kumkapı’da Kadırga limanında” yer aldığı yazılmıştır, aynı tarihlerde İstanbul Şehremaneti tarafından yapılan 1875 tarihli krokide ise “Rum Kilisesi” olarak yer alır.
Kilise, doğu-batı doğrultusunda dikdörtgen planlı olarak inşa edilmiş olup, kapalı Yunan haçı plan tipindedir.

Saraç İshak Mescidi ve Tekkesi

Kumkapı Caddesi’nde, Midhat Paşa Caddesi ile Molla Bey Sokağı’nın kesiştiği köşede yer almaktadır.
Banisi Saraç İshak Bin Abdullah’tır. Mescidin inşa ediliş tarihi ise net olarak bilinmiyor. Ancak vakfiyesinden yola çıkarak yapım tarihinin 1488 (muhtemelen (1486 ya da 1487) öncesi olduğu söylenebilir. 1546 tarihli vakıf tahrir defterine göre Saraç İshak Mescidi için 30.000 akçe nakit para, çeşitli yerlerde dükkanlar, evler, araziler ve mezra, imam ile müezzin için de ayrıca evler vakfedilmiştir. Mescidin yaptıranın, Saraç İshak’ın aynı tahrir defterine göre, ayrıca bir mektebi ve Kağıthane’de de bir köprüsü bulunmaktaymış. Çeşitli dönemlerde onarım geçiren mescit en son 1956 ve 1976 tarihlerinde onarılmıştır.
Mescit Yaklaşık 10x10 metre boyutlarında, çatılı ve saçaklı bugünkü hali ile de yeni bir bina. Binanın arka tarafında içinde bir hayli kabir bulunan bir de kabristanı bulunmaktadır. Mescidin banisi Saraç İshak Efendi’nin kabri de buradadır.
Mescidin “derununda” 19.yy’ın ikinci yarısında bir Rıfai tekkesi tesis edilmiş ve tekke 1925’te tüm tekkeler kapanıncaya dek faaliyetini sürdürmüştür. Bu tekkenin ayin günü, diğer tekkelerde olduğu Perşembe ve Cuma değil Pazar günleriydi. Tekkenin postnişinleri ise Şeyh Mehmed Fazıl Efendi ve Şeyh Vahdeti Efendi olmuştur.

Halil Çevgan Çeşmesi

Kumkapı’da Nişanca Hamamı Sokağı’nda, köşe başında yer alır. Klasik döneme ait bu meydan çeşmesi Halil Çevgan tarafından vakfedilmiştir.
1590 tarihinde yapılan bu klasik meydan çeşmesi kesme taştan üç yüzlü olarak yapılmıştır. Her yüzünde sivri kemerli bir niş, aynataşı ve su teknesi yer almaktadır. Yukarda bir korniş yapıyı çepeçevre dolaşmaktadır. Üst kısmı da kesme taştan ve sivri külah şeklinde bir çatı ile örtülmüştür.
Çeşme bugün hayli harap halde ve onarım bekliyor. Duvar taşlarının bir kısmı dökülmüş, çeşmenin bir yan cephesi ise tamamen yok olmuş durumda. Yalnız orta cephede sivri kemerlerin altındaki kitabesi, iki tane taş koyma yeri ve sonradan takılmış bir musluğu bulunmaktadır. Çeşme harap olmasına karşın suyu akmakta.

Çadırcı Mescidi

Eminönü İlçesi’nde, Kumkapı Kadırga Caddesi ile Gedikpaşa’nın kesiştiği yerde Balipaşa yokuşu üzerinde adı ile anılan Çadırcı Camii Sokağı’ndadır.
Banisi (yaptıranı) Ahmet Ağa’dır. “Vakf-ı Hacı Ahmed b. Abdüllahü’l Hayam” ismi ile kaydedilen vakfiyesi 1489 tarihlidir. Bu da yapının bu tarihlerde yapıldığını ortaya koymaktadır. Yapının banisi olan Ahmet Ağa’nın kabrinin ise nerede olduğu bilinmemektedir. Yapıya çeşitli zamanlarda yapılan eklemelerden olan mescit minberini, yapımından sonra solakbaşılardan “Samurkaş” lakabı ile bilinen Mehmet Ağa koymuştur. Kendisi 1769’da vefat etmiş ve Halıcı Hasan Mescidi civarına gömülmüştür. Çeşitli defalar onarım geçiren yapı en son 1952-53 yılları arasında Anıtlar Yüksek Kurulu tarafından onarım görmüştür.
Dikdörtgen planlı fevkani yapı, bulunduğu arsaya yamuk bir biçimde oturtulmuştur. Caminin mihrap duvarı önünde, doğu cephesinin bir kısmını çevreleyen hazire bulunmaktadır. Yapının avlusunda Osmanlı ampir üslubunda yapılmış küçük bir mermer çeşme bulunmaktadır. Çeşmenin üst kısmını bir güneş motifi taçlandırmaktadır.


Nişancı Hamamı

Kumkapı’da Nişancı Mehmet Paşa Camii Sokağı ve Türkeli Sokağı arasında Nişancı Mehmet Paşa Camii’nin karşısında yer almaktadır. II. Mehmed’in (Fatih) son sadrazamı olan Mehmet Paşa tarafından, bugünkü caminin yerinde bulunan eski cami ile birlikte 1475’te yaptırıldığı düşünülmektedir.
Bir çifte hamam olarak yaptırılan Nişancı Hamamı’nın özellikle ön cephesinde, camekan kısmının yan duvarlarında ve örtü sistemi gibi yapının temel unsurlarını oluşturan bölümlerinde, onarımlar esnasında büyük değişiklikler yapılarak orijinalinden farklı bir hale getirilmiştir. Örneğin pencereler örülerek ve camekanın üst kısmı kiremit kaplı çatı ile kaplanarak kapatılmıştır. Duvar inşaatı sırasında ise kesme taş kullanılarak orijinalinden farklılaştırılmıştır.
Planı, klasik Türk mimarisinin hamamlarında görülen geleneksel formlara uygundur. Çok harap bir vaziyette günümüze ulaşan ve İstanbul’un en eski hamamlarından birisi olan bu yapı halen bu işlevini sürdürmektedir.

Muhsine Hatun Mescidi ve Tekkesi

Kumkapı’da Muhsine Hatun Mahallesi’nde, İbrahim Paşa Yokuşu ile Çifte Gelinler Caddesi’nin kavşağında yer almaktadır.
Sadrazam Makbul (Maktul) İbrahim Paşa’nın hanımı Muhsine Hatun tarafından 1532’de Mimar Koca Sinan’a inşa ettirilmiştir. Mahmud Cemalledin el-Hulvi’nin “Lemazat-ı Hulviyye” adlı eserinde, burada bulunan kiliseden bozma bir mescidin, I. Süleyman (Kanuni) tarafından İstanbul’a davet edilen, -Gülşeniliğin kurucusu- Şeyh İbrahim Gülşeni’nin Mısır’a dönerken Kanuni’nin ricası üzerine İstanbul’da bıraktığı Halifesi Şeyh Hasan Zarifi Efendi’ye tahsis edildiği, giderleri miri hazineden ödenen bu tesisin mihrap duvarı önündeki boş arsaya bir yeniçeri tarafından, derviş hücreleri olan bir zaviye yaptırıldığı ve vakıflar tahsis edildiği yazılıdır.
Aynı kaynakta bu mescit-zaviyenin bir depremde yıkıldığı, Şeyh Zarifi Efendi’ye olan sevgisinden ve derin saygısından dolayı, Muhsine Hatun’un aynı yerde bir cami, caminin mihrabı önündeki yere bir zaviye ve etrafına derviş hücreleri yaptırdığını, bu yapıya vazife ve vakıf tahsis ettiği de belirtilmiştir. Yapının adı Mimar Sinan’ın eserlerinin dökümünü içeren “Tezkiretü’l-Enbiya”, “Tezkiretü’l Bünyan” ve “Tuhfe-i Mimarin”de “İbrahim Paşa Zevcesi Mescidi” yahut “Muhsine Hatun Mescidi” olarak zikredilmiştir.
Başlangıçta mescit-tekke, daha sonra cami-tekke niteliğinde olan bu yapı, tarihleri tespit edilemeyen birçok onarım ve yenileme geçirmiş olmalıdır. Ancak taç kapının yanlarındaki nişler, minarenin pabuç kısmı ve şadırvan, 18.yy’ın son çeyreğinde esaslı bir onarım geçirdiğini, belki de yeniden inşa edildiğini düşündürtmektedir. Diğer taraftan Dahiliye Nezareti’nin 1885 tarihli istatistik cetvelinde tekkede kimsenin ikamet etmediği, Bandırmalızade A. Münip Efendi’nin 1889 tarihli Mecmua-i Tekaya adlı eserinde ise yerinin “arsa” durumunda olduğu belirtilmektedir. Mescidin harimindeki neogotik üsluba bağlanan pencerelerin de işaret ettiği gibi, yapının 19.yy’ın sonlarında bugünkü biçimiyle ihya edildiği anlaşılmaktadır. Günümüzde cami olarak kullanılan mescit-tevhidhane ve şadırvan dışında kalan tekke bölümleri ortadan kalkmıştır.
Muhsine Hatun Mescit-Tekkesi’nde, Şeyh H. Zarifi Efendi’nin ölümünden sonra posta kimin oturduğu, tekkenin, kuruluşunu izleyen yüzyıllarda her hangi bir tarikatın hizmetine geçip-geçmediği hakkında bir bilgi bulunmamaktadır. Ancak Şeyh Efendi’den sonra bir müddet daha aynı tarikatın kontrolünde kaldığını, 16.yy’dan itibaren etkinliğini giderek yitirmesi üzerine de daha yaygın bir tarikatın hizmetine girmiş olabileceğini söyleyebiliriz. Nitekim Topkapı Sarayı’ndaki 19.yy’a ait İstanbul tekkeleri kaydında tekke, Nakşibendilere ait olarak gösterilmektedir. Bir başka kaynakta ise II. Mahmud’un kızı Saliha Sultan’ın düğününe davetli tekke şeyhleri arasında Kumkapı’daki “İbrahim Paşa Tekkesi” ismi ile geçen tekkenin şeyhi Abdullah Efendi Sünbüli tarikatına mensup olarak gösterilmektedir.
Kaynaklarda bu tekke İbrahim Paşa Tekkesi olarak gösterilmekte ve zikir günü olarak da Salı günü geçmektedir. 19.yy’daki tekke listesi kayıtlarında tekke Halvetiliğin, Sünbüli koluna intikal etmiş olarak gösterilmektedir. Üstelik Tekkelerin kapatılmasına yol açan kanunun yürürlüğe girdiği tarih olan 1925 yılına kadar da bu tarikatın etkisinde kalmış gözüküyor. “Sefine” adlı kaynakta son şeyhin adı Ahmet Efendi olarak geçmektedir.
Kuzeyde İbrahim Paşa yokuşu, batıda Çifte Gelinler Caddesi, diğer yönlerde ise üzerinde apartmanların bulunduğu parseller ile çevrilmiş bulunan arazinin ortasında mescit-tevhidhane yer almaktadır.

Mimari Özellikleri

Dikdörtgen bir alanın içine oturtulan yapının harim kısmının duvarları kagir, kapalı son cemaat yerinin duvarları ise ahşaptandır. Her iki bölümü de örten kırma çatı günümüzde Marsilya’da da kullanıldığı için Marsilya tipi olarak adlandırılan kiremitler ile kaplanmıştır. Son cemaat yerinin duvarları, ahşap dikmelerin dıştan ahşap kaplama, içten ise bağdadi sıva ile kaplanarak oluşturulmuştur. Mescidin ilk yapımından günümüze hemen hiç değişmeden gelen harim kısmının girişi basık kemerlidir.
Kapının kemeri ile beş sıra mukarnaslı yaşmağı arasına 1532 tarihli inşa kitabesi yerleştirilmiş, sülüs hatlı, manzum kitabenin ilk satırına bir hadis kaydedilmiştir.
Harimin kuzey duvarından taşkınlık yapan bu kapının yanlarındaki nişler ise 18.yy’ın son çeyreğine ait bir onarımdan intikal etmiştir ve barok üslubu ile yapılmış kemerler bulunmaktadır.
Harimin kuzey duvarının ekseninde giriş, yanlarda dikdörtgen açıklıklı birer pencere, güney duvarının ekseninde mihrap, bunun yanlarında, neogotik üslupta sivri kemerlerin taçlandırdığı birer pencere, doğu ve batı duvarlarında da aynı türde kemerleri olan üçer pencere sıralanır. Kuzey duvarı boyunca uzanan iki katlı mahfiller basit ahşap korkuluklarla sınırlanmış, ahşap dikmelere oturan fevkani mahfil, orta yerinde bir çıkma ile genişletilmiştir.
Tavan kaplaması enli çıtalarla ince uzun dikdörtgenlere taksim edilmiştir. Mihrap nişinde, yağlıboya (muhtemelen sonradan eklenmiş olan) ile acemice resmedilmiş perde ve kandil motifleri, oldukça basit bir tasarım sergileyen ahşap minberin yanlarında muhtemelen II. Mahmud dönemine ait beyzi kabartmalar mevcuttur.
Harimin kuzeybatı köşesinde yer alan minare, yapının batı cephesinde taşkınlık yapan, kare tabanlı bir kaideye oturur. Kaide gibi kesme küfeki taşı ile örülmüş olan pabuç kısmı, kesik koni biçiminde olup köşelerinde, alt uçları volütler, üst uçları pilastrılar ile sonuçlanan, süsleyici nitelikte gömme sütunlar bulunmaktadır. Tuğla örtülü silindir biçimindeki gövdenin üzerinde, basit demir korkuluklarla sınırlandırılmış şerefe, aynı malzeme ile örülmüş peteğin üzerinde de kurşun kaplı, koni biçimindeki ahşap külah vardır.
Arsanın kuzeydoğu köşesindeki şadırvan, doğu yönünde komşu apartmana, kuzey yönünde arsanın çevre duvarına bitişmekte, üzerini örten kırma çatı, güney ve batı yönlerinde bulunan altı adet ahşap dikmeye oturmaktadır. Ongen prizma biçimindeki haznesinin her yüzünde, kaş kemerlerin taçlandırdığı birer musluk vardır.
Mescit-tevhidhaneyi batı ve güney yönlerinden kuşatan hazirenin Çifte Gelinler Caddesi üzerindeki çevre duvarında, burada gömülü olan Müderris Ömer Efendi’ye ait 1794 tarihli sülüs hatlı bir mezar kitabesi dikkat çekmektedir.

Tavaşi Süleyman Ağa Mescidi

Kumkapı Tren İstasyonu’nun karşısında, Babayiğit Sokağı’nda yer almaktadır. 17. yy’da Osmanlı sarayında görev yapan hadım edilmiş zenci erkeklerden ve çoklukla haremlerde görev yapan Tavaşilerden, Tavaşi Süleyman Ağa tarafından yaptırılmıştır. Altı bodrum, kagir duvarlı, ahşap çatılı ve ahşap minarelidir. 20.yy’ın başında onarıma tabi tutulmuştur.

Günümüzde Kumkapı

Bu bölge 1900 başlarında yeniden düzenlenmiş, çok sayıda balık lokantası meydanın çevresinde ve meydana açılan sokaklarda dizilerek semtte bugün de egemen olan ekonomik yapılanmayı oluşturmuştur.
Bu durum o günden bu yana, semtin İstanbul’un önemli turizm merkezlerinden birisi olmasını sağlamıştır. Ulaşımda karadan sağlanan bağlantı ve yaşanan değişmeler semte ruhunu veren sosyal yapıyı olduğu kadar fiziksel görüntüyü de etkilemiştir.
Semtin yapısındaki değişimi oluşturan en önemli iki etken kentin sosyal hafızasını da derinden etkileyen 6-7 Eylül olayları ile 1950’lerden sonra İstanbul’un bir sanayi kenti olması ile başlayan yoğun göç olmuştur.
Dönemin siyasi çalkantılarının etkisi ile oluşan şoven dalga İstanbul’un tarih boyunca hafızasında onurla taşıdığı kozmopolit ve çok kültürlü yapısını derinden bozmuş ve şehre zenginlik katan Rum ve Ermeni nüfus, daha önce mübadele ile yitirdiği nüfus ağırlığını, bu olay ile iyice kaybetmiştir. Semtin karakteristikleri çözülmeye uğradığı gibi, Osmanlının hassasiyet ile oluşturduğu demografik denge de altüst olmuştur.
Semtin demografik ve fiziksel yapısını bozan ikinci büyük sosyal olay ise 1950’lerden sonra başlayan göç dalgasıdır. Bunun en büyük sonucu ise eğlence kültürü ve bu kültürün müdavimlerindeki değişim olmuştur. Paraya sahip olanın kendini ‘güçlü’ olarak gördüğü yeni müdavim kitlesi burada sığ bir eğlence kültürünün egemen olmasına neden olmuştur.
Bütün bu değişimler semtin fiziksel görünümünü de etkilemiş, dönemin kagir, tek, ikiz ya da sıra evleri, yerini; yöreye hiçbir estetik zenginlik katmayan yüksek katlı yapılaşmaya ve niteliksiz restorasyon örneklerine bırakmıştır.
Kumkapı halihazırda sahildeki balık hali, balıkçı lokanta ve meyhaneleri, küçük dükkanları ile ticaret, hizmet ve turizm ağırlıklı bir semte dönüşmüştür. Semtte kalan az sayıdaki eski esnaf ve gayr-i Müslim azınlık mensupları ise bir anlamda semtin geleneksel yapısını yaşatan birer simge durumundadır.
Kör Agop Restoran
Meyhaneleri ile ün salmış olan bu semtte bir çok meyhane var, ancak bunların en eskisi Kör Agop Restoran. Tam altmışbeş yıldır devam eden bir kültürün ürünü bu mekan. Kendisi gibi dükkanı da tarihi bir bina olan Kör Agop’un yeri 19. yüzyılda Batılılaşma etkisi ile yapılan ve süslemeleri ile hemen göze çarpan bir bina. Kumkapı’da bugüne kadar tam 16 yer değiştiren Kör Agop, 65 yıllık bir aile geleneği olan meyhaneciliği, dededen toruna üç kuşaktır devam ettiriyor. Agop İnciyan, dükkanı açmadan önce, babası ve büyükbabası gibi balıkçılık yapıyor, ama karaya çıktığında soluğu meyhanede alıyormuş. Ehl-i keyf karakteri ile tanınan Agop, dışarıda eğlenmenin pahalı olması nedeniyle, ilk meyhanesini 1938'de Kumkapı'da açmış. 1983’e kadar başında bulunduğu meyhaneyi, 1983’te yaşamını kaybedince, önce ikinci kuşak, sonra da üçüncü kuşak devralmış.
Sahilden tarihi binaya…
Bu dönemde hayat arkadaşı Marta’yla tanışan Agop, dükkanını Kumkapı sahilinden içeriye taşımış. Evlendikten sonra, Marta mezeler hazırlamaya başlamış; gün geçtikçe meyhanenin ünü artmış. Dükkanın ismini ise Agop İnciyan'nin bir gözünün kör olmasından dolayı "Kör Agop" olarak koymuşlar. İnciyan, Kumkapı'nın değişik yerlerinde 16 ayrı dükkanda kiracı olmuş. Ama kiracı olarak bulunduğu hiç bir dükkanı tam olarak benimsememiş; ya dar bulmuş ya da havasız. Çünkü buraya gelen insanların genellikle gamlı ve kederli olduğunu, bunun için de mekânın yüksek tavanlı olması gerektiğini söylermiş. Ancak 1983'te hayalindeki mekanı bulmuş. Geçen yüzyılın sonunda yapılmış, diş cephesi nakıs işlemeli, tavanları yüksek ve volta döşemeli, 1891 yapımı Gümrük Binası'ndaki bu dükkanı görünce, varını yoğunu vererek satın almış. Ancak kısa bir süre sonra Agop İnciyan hastalığa yenik düşerek hayata gözlerini yummuş. Oğlu Hayko, işleri devralmış; o da altı sene geçmeden bu dünyadan ayrılmış, simdi bütün işleri onun oğlu Daniel yürütüyor.
Ermeni yemekleri de var…
1938'lerden bugüne kadar lezzetinden hiçbir ödün vermeyen Kör Agop Restoran, bu ününü yemek konusundaki ustalığına olduğu kadar, yemeklerinde kullandığı malzemeye de borçlu. Kırkağaç'tan kavun, Karaburun'dan lakerdalık torik, Ezine’den beyaz peynir, Adalar'dan defne yaprakları, Kefken ya da Saroz'dan dolmalık midye, Akyazı'nın balıkçı köylerinden uskumru çirozu alıyorlar. Yemekleri ise Kör Agop ve Hayko'nun yanında çalışmış bir aşçı yapıyor.
Restoranda müşteri ile ilgilenen tecrübeli garsonlar Kör Agop'un yanında yetiştiklerinden onun tarzını yansıtıyorlar. Kör Agop Restoran’ın mutfak kültürü semtin demografik zenginliğini de yansıtıyor, burada hem Ermeni hem de Türk mutfağından örnekler bulmak mümkün. Meşhur Ermeni pilakisi yanında terbiyeli balık çorbasını unutmamak gerekiyor. Çorba lezzetini kaybetmesin diye, sipariş verildiği anda yapılıyor. Mönüde ayrıca şamfıstıklı, üzümlü, soğanlı nohut ezmesinden oluşan topik, midye dolması, sirkede yumuşatılmış tereli uskumru çirozu, tatlı kırmızı soğan garnili torik lakerdası, hamsi, çaça balığından yapılan tuzlu, ekşili, yağlı balık mezesi, ceviz taratorlu midye tavası, karides, ıstakoz, ahtapot salatası, kalamar tava, mevsimine göre lüfer ızgara, kalkan tava, defne yapraklı kılıç şiş, kırlangıç buğulama ve uskumru dolması bu mekanda bulabileceğimiz yemek çeşitlerinden bazıları.
Kumkapı Balık Hali
Bizans ve Osmanlı döneminde “Balıkpazarı” adı altında su ürünleri hali, önceleri Sarayburnu’nda, sonra Eminönü ve Unkapanı’ndayken bir yangından sonra kısa süre için Azapkapı’ya taşınmış, 29 Eylül 1983’te ise halen faaliyet gösterdiği Kumkapı’ya nakledilmiştir. Kumkapı su ürünleri hali toplam 1350 metrekarelik alana kurulu, iki katlı bir binada hizmet vermektedir. Alt kattaki 800 metrekarelik alan satış mahali olarak kullanılmaktadır.
Türkiye'nin nadir bilinen borsalarından biri olan Kumkapı Balık Hali eski bir binada hizmet vermektedir. Burada her sabah saat 05.30'la 11.00 arasında İstanbul havalisinin balık ihtiyacını karşılamak üzere 100 çeşit kadar su ürünü görücüye çıkıyor. El değiştiren ürün miktarı ise 100 ile 300 ton arasında değişiyor. Ayrıca her gün İtalya, Yunanistan ve Romanya başta olmak üzere, 15 ton kadar deniz ürünü Avrupa'ya ihraç ediliyor.
Ayrıca Japonya'ya köpekbalığı ihraç ediliyor. Kuyruğu, solungaçları ve yüzgeçleri Japonya’da kozmetik sanayiinde değerlendirilen köpekbalıkları Türkiye'de yenmiyor.
Sistem tam olarak şöyle işliyor: Sabahın erken saatlerinden itibaren balıkçı tekneleri, hale ait limana yanaşıyor. Yük, ya daha önce reisle anlaşmış bulunan kabzımalın hesabına yazılıyor ya da kabzımallar arasında pazarlık başlıyor. İhtiyacı kadar balığı kapatan kabzımal, bunu “madrabaz” ya da “peştekar” adı verilen aracılara havale ediyor. Madrabaz da, payına düşeni en yakındaki boş alana kadar bir “yalel” (yükü taşıyan el arabalı hamallar) vasıtasıyla taşıttıktan sonra satış başlıyor.
Satışın muhatabı ise 'pazarcı', 'dükkancı' ve 'restorancı'lar. Ne var ki bütün bu işlemler arasında para, yalnızca kağıt üzerinde görünüyor. Toplam dönen para ise trilyonlarla ifade ediliyor. Öte yandan borsada da işler o günkü balığın miktarına göre bir anda değişebiliyor. Halin özelliklerinden biri de kabzımal, madrabaz ve yalellerin büyük bölümünün Erzincanlı olması. Erzincanlıların öncüleri buraya 30 sene kadar önce yalel olarak girmişler ve geçen zaman içinde bugün 130'un üzerinde kabzımal barındıran halin popülasyonunda yüzde 80'leri bulmuşlar.

Kaynakça

Wolfgang Müler-Wiener, Bizans’tan Osmanlı’ya İstanbul Limanı, Tarih Vakfı, İstanbul, 1998
Tahsin Öz, İstanbul Camileri, TTK, Ankara, 1987
Eremya Çelebi Kömürciyan, 17. Asırda İstanbul, Eren, İstanbul, 1998
P.Ğ. İncicyan, 18. Asırda İstanbul, İstanbul Fetih Cemiyeti, İstanbul, 1976
Petrus Gyllius, İstanbul’un Tarihi Eserleri, Eren, İstanbul, 1997
İbrahim Hilmi Tanışık, İstanbul Çeşmeleri, Maarif, İstanbul, 1943
Pars Tuğlacı, İstanbul Ermeni Kiliseleri, Pars Yayın, İstanbul, 1991
Hüseyin Ayvansarayi, Hadikat’ül-Cevami, haz: Ahmet Nezih Galitekin, İşaret, İstanbul, 2001
Albrecht Berger, DBİA Sofia Limanı Maddesi, Cilt VII, S:23-24, İstanbul, 1995
Vağarşag Seropyan, DBİA Asdvadzadzin Kilisesi Maddesi, Cilt I, S:342-343
Zafer Karaca, DBİA Panayia Elpida Kilisesi Maddesi, Cilt:6, S:210-211
Alin Talasoğlu, DBİA Halil Çevgan Çeşmesi Maddesi, Cilt:3 , S:312
Emine Naza, DBİA, Çadırcı Mescidi Maddesi, C:2 , S: 458, İstanbul, 1995
N.Esra Dişören, DBİA, Nişancı Mehmet Maddesi, Cilt:6 , S:97
Enis Karakaya, DBİA Nişancı Hamamı Maddesi, Cilt:6 , S:84-85
M. Baha Tanman, DBİA Muhsine Hatun Mescidi ve Tekkesi Maddesi, Cilt:6, S: 495, İstanbul, 1995
DBİA, Tavaşi Süleyman Ağa Mescidi Maddesi, Cilt VIII, S:430, İstanbul, 1995